MUCİZELERE İNANMAYAN DOKTOR

Gülhane Parkı’nda dalgın dalgın oturuyordu tek başına. Elinde bir büyük poşet, kuşlara, ufaladığı bayat ekmekleri atıyordu.

Çekiyor işte, bir şey çekiyor insanı. Dayanamadım, gidip oturdum yanına. Yüzü gözü gülüyor. Dünyanın en mutlu insanı adeta...
Ağzında maskesi var, çiçekli. Epey yakışmış. Esmer, kavruk teninin altında, bir çift kara, sürmeli göz...

- Kolay gelsin amca, dedim
- Sağol yavrum
- En güzelini sen yapıyorsun valla, insanı iyileştirir bu kuşları beslemek
- E onlar da Allah’ın bir mahlukatıdır değil mi oğlum?
- Sen bu hayvandan rızkını esirgersen, her musibet gelir başa.
- Şimdi keyfine öldürüyorlar bu canları be amca. Bir yasası da yok ki...
- Adalet olmazsa; topraktan, sudan, ağaçtan bereket gelmez.
- Dayı sen ne güzel konuşuyorsun öyle, nerelisin?
- Diyarbakır
- Hey maşallah
- 40 sene var görmemişim... Memleket hasreti başka
- Şimdi gitmek de yasak zaten. Bu hastalık çıktı ya...
- Ah... Selahattin olsaydı bulurdu bir çaresini
- O kim dayı?
- Sen mektep okumadın mı?
- Okudum dayı, üniversite okudum.
- Selahattin Yazıcıoğlu. En birinci doktor dünyada.
- Hiç duymadım adını. Utandım valla
- Amaan... Ne öğretiyorlar ki şimdi mektepte.. hiç...
- Senin adın ne dayı?
- Abdo dedin mi kâfi.
- Ben de Tekin. Çok memnun oldum, elini öperdim ama biliyorsun bu hastalık..
- Var ol evladım. Gözlerinden öperim. Ne demek, var ol...
- Abdo dayı, kaç yaşındasın sen?
- Kaçım sence?
- 80 var mısın?
- Çık çık
- 90?
- Çık çık
- 100?
- 111 yaşındayım
- 111 mi? Allah sana sağlık sıhhat versin. Maşallah. Peki bu Selahattin Yazıcıoğlu kimdi? Onu anlatmadın? Nerden tanırsın? Arkadaşın mıydı?
Ben böyle “Arkadaşın mıydı?” diye sorunca, duraksadı. Sesi soluğu bıçakla kesilmiş gibi durdu.

Bu sessizliği bilirim. Sadece çok özleyen insanlarda bulunur sessizliğin bu cinsi.

Sonra doğruldu, kuşlara bir avuç daha ekmek attı. Anlatmaya başladı.
1930’ların Diyarbakır’ı... Yokluk, hastalık ve sefalet yılları. Kimisi sıtmadan ölüyor kimisi çiçekten. Kimisi askerden dönmeyen yarini bekliyor, kimisi de ölmüş çocuğunu doğururken.

Hey gidi Diyarbakır!.. Şu uzayıp giden surların, niçin böyle gaddar gaddar bakarlardı bize?
Kâzım Karabekir Paşa mı gelmişti o yıl? Hiç aklımda değil. Bizim komşu, Mustafa Şevki Bey ölmüştü. Mahkemede katipti rahmetli.
Verem illetinden yitirdik onu da...
4 güzel çocuk bıraktı ardında.

Hele şu küçüğü yok mu, daha bebek hani, Selahattin... O zamandan belliydi zaten...
Anası Mahide Hanım, devlet gibi kadındı. Tek başına onca çocuk büyüttü. Fakat Selahattin de ne bahtsız, memleketin en çetin yıllarında doğdu.

Hevsel Bahçeleri bile kurumuştu sanki. O bereketli toprak, o gürül gürül akan sular durmuştu. Bir tek Selahattin gülüyordu mahallede.
Babasının ölümüne çok kahroldu. Hep hastalık. İlaç nerde, doktor nerde. Sahipsizlik...

Çobanlık yapıyordum. Ağlaya ağlaya yanıma geldi. İki gözü iki çeşme.

- Babam öldü Abdo, dedi
- Takdiri ilahi, dedim.

Sonra bir taş aldı eline. Onu yonttu. Yonttu ha yonttu. Hırsla yonttu.
-Bak Abdo, dedi bana, yonttuğu taşı gösterip.
-Bu taş değişiyor. Taş bu taş, değişiyor. Ben de bu köyü değiştireceğim. Hastane de yaptıracağım, ilaç da getirteceğim.

Selahattin işte o gün söz verdi kendi kendine. Ben Abdo çobanın yanında verdi. Dedim ya belliydi zaten ne olacağı
Gazi Paşa’nın öldüğü yıl liseden mezun oldu. Hep bir yasa denk geldi, hep bir acıya...

Abisi, lisedeyken yine bir illetten, dizanteri denen beladan vefat etmişti.

Selahattin’in haklı bir öfkesi vardı. Kime gitsin? Kime kızsındı ki zaten o dağ başında insan? Anca kendine çatar.
Mahide Hanım... ah o Mahide Hanım! Bir kadının zaferiydi belki de bizim Selahattin. Sırf oğlu okusun da doktor çıksın diye yemedi yedirdi, içmedi içirdi.Cepte metelik ne gezer o zamanlarda! Gitti eldeki son araziyi de Selahattin’i için tek kalemde sattı. İşin doğrusu iyi de yaptı
Abdo dayı güzel güzel anlatıyordu ki bir zabıta gelip böldü sohbeti:

- Amca senin yaşın kaç? Dışarı çıkmak yasak, emir var, dedi.

Abdo dayı sustu. Anlatmayı da bıraktı. Yürüdü gitti. Zabıta da uğraşmak, başına bela almak istemedi heralde. Üstüne varmadı.

Olan bana oldu.
Basiretim mi bağlandı nedir, hiçbir şey diyemedim. Öyle düdük gibi kaldım. Yürüdü gitti, gözden kayboldu adam. Ara ki bulasın.

Aklıma takıldı Selahattin Yazıcıoğlu adı... Bir kurcalayayım bakayım, kimmiş dedim. Laf doktordan açılmışken de aklıma Mehmet abi geldi, Mehmet Esen.
Kalbiyle ilgili bir mesele vardı.
Aklıma takıldı, arayıp bir sorayım dedim:

- Ne oldu abi? Gidiyorsun değil mi yarın randevuya?

- Gideceğim gideceğim... Mecbur. Sen nerdesin? Ne yapıyorsun?

- Gülhane tarafındayım, çok acayip bir amcayla karşılaştım. Tam 111 yaşındaymış!
- Maşallah, kim bu amca?
- Adı Abdo’ymuş. Birinden bahsetti bana, aklımı aldı.
- Kim?
- Selahattin Yazıcıoğlu diye bir doktor varmış, dedim Mehmet abi şaşırdı
- Selahattin Yazıcıoğlu mu? Ulan benim doktorun babası bu
- Şaka mı yapıyorsun abi? E yok artık!
- Emin misin sen?
- İlk defa duydum adını. Yoksa koca memlekette sadece ben mi tanımıyorum Selahattin Yazıcıoğlu’nu?

- Mehmet Vefik Yazıcıoğlu işte. Bak internetten çıkar.

- Sen şu kalp randevuna yarın gidiyordun değil mi abi?

- Evet
- Geleyim işte, tanıştır beni. Epey merak ettim.
- Tamam, olur. Sen söyle, nasıl yapalım?

- Sen vapurla geliyorsun zaten, oradan taksiyle geçersin, ben de seni hastane önünde karşılarım. Saat kaçtı?

- 11’de randevu. Tamamdır öyleyse görüşürüz orada.

Eve gidince sakin kafayla araştırdım Selahattin Yazıcıoğlu’nu. Merakım arttı
Akşam Mehmet Abi’yi aradım:

- Nasılsın abi? Anne nasıl?
- İyiyiz, oturuyoruz balkonda. Sen ne yapıyorsun?
- Selahattin Yazıcıoğlu’na takıldım.
- Mehmet Vefik’i aradım, söyledim. Babasıyla ilgili arşivlik belgeler getirecek sana. Süper bir hikâye. Bayılacaksın, dedi.
İyice heyecanlandırdı beni. Kartal’daydı hastane. Trafik olur diye erken düştüm yola ama bomboştu ortalık.

Hastane kapısı önünde bekledim biraz. Mehmet Abi’yi aradım, o da daha Kadıköy’deymiş. Oturdum hastane önündeki bir banka, çantamdaki bazı notlarımı çıkarıp göz attım.
Tekir bir kedi gelip sırnaştı hemen.. Kucak delisi bir can. Kafayı gömüp bir keyif edişi var ki evlere şenlik. Bir numaralar, bir maskaralıklar...

Anam, bırakmaz. Bıraksa kaptığım gibi götürürüm. Tipine bak şunun... Resmen haylaz bir çocuk gibi... İnsanın kalbi erir..
Notları attım çantaya, kediyle ilgilenmeye, sevmeye başladım. Ayrılmak zor olacaktı. Öyle tatlı ki... Kaldırıp usulca yere koydum.
Hooop, koşup kucağıma oturdu. Üşümüş besbelli. İlgiye de aç. Bu sırada telefon çaldı. Mehmet abi gelmiş:

- Nerdesin? Geldim ben, kapının önündeyim.
Kedi ile acı da olsa vedalaşmak zorunda kaldım:

- Ben de kapıdayım abi. Şimdi geliyorum.

- İyi, hadi gel bakalım...

Korona gerginliği var her yerde. Çift dikiş maskeler. Siperlikler, dezenfektanlar. Önlem üstüne önlem... Fakat yetiyor mu? Yok... Yetmiyor. Niye? Acaba niye?
Her şeyimiz arabesk. Elbette halkımızın suçu değil. Halkın ne suçu olacak. Vatandaş kırk tane vergi ödüyor, verginin vergisini ödüyor, üstüne; kira, gıda, çocuğun ihtiyaçları vs derken bir de bakıyor ki aslında Korona, en az öldüreniymiş dertlerinin arasında. Yani bunu düşünüyor.
Kapıda ateş ölçer iki cihaz. Kendimizi ölçtürüp girdik içeri. Şu ateş işini hiç anlamıyorum.

Biri gelip:

-Ateşin var mı? diye sorduğunda kütük gibi kalıyorum. Alnın sıcak olunca mı? Yoksa buz gibi olunca mı öf! Çıkamıyorum işin içinden. Hasta mıyım? Değil miyim? Bunu bilirim.
Mehmet Abi ile yukarı çıktık. Kardiyoloji bölümü.

- Mehmet Vefik Bey’e gelmiştik, dedi Mehmet Abi.

- Kendisi şu an ameliyatta. İçeriye kimseyi alamıyoruz, dedi güvenlik.

Mecbur indik tekrar aşağıya.
Yine oturduğun banka geldik, oturduk.
Bizim tekir yine geldi. Sırnaştı, döndü, dolaştı.

- Aç galiba, dedim.
- Aç tabii ya, bir biz mi acıkıyoruz. Dur şu çantamda bir şeyler olacak, dedi Mehmet Abi

Bir poşet kedi maması çıktı çantadan. Bizim tekir havada on takla atıyor sevinçten. Bir canı sevindirmek ne iyi...
Sonra anlatmaya başladı:

-Mehmet Vefik, çok iyi doktordur. 40 dakikalık ameliyatı 4 dakikada yapar.

-Altın çocuk desene

-Hem de nasıl. Fakat sen onun babasını tanıyacaksın bir de. Bak arşivi falan var odasında, sana göstersin bir incele. Film olur, roman olur. Öyle bir hikâye
Telefon çaldı, bizim doktordu arayan. Kapıda karşıladı bizi. Evet, basbaya hastane kapısında...

Vay be dedim, adamdaki inceliğe bak.

Böyle durumlara bayılıyorum.
Sonuçta koskoca doktorun himayesindeyiz, havalı havalı yürüyorum. İçerisi kalabalık değil, sakin ve tertemiz.
Doktor denilince benim aklıma hep soğuk, sert bir bir yüz gelir. Abimle babamı yitirdiğim günlerde, hastane koridorundaki doktorların yüzleri, yüzümde betondan bir maske olup kalmışlardı.

Mehmet Vefik’in güleç yüzünü ise daha ilk dakikada sevmiştim. Sanki yıllardır tanışıyorduk.
“Ulan şu korona zamanında ne halt etmeye buradasın? Hastane en sakat yer.” diye geçirdim içimden. Sonra utandım

Bu hemşireler, bu temizlik görevlileri, güvenlikler, doktorlar kimin için buradalar? Bizim için değil mi? Doğru ya,bir tek bizim canımız var. Bir tek biz ölebiliyoruz.
Mehmet Vefik, bir general gibi önümüzde yürüyor. Sürekli bir hasta yakını durdurup bir şeyler soruyor. Hepsine tek tek açıklama yapıyor.

Böyle sadece büyüklerin konuştukları konulardan bahsediyorlar da sanki cahil bir çocuk gibi dinliyorum kenarda.

Can meselesi... Kolay değil.
Mehmet Vefik, elindeki kartla kapıları açıyor. Herkesin girebileceği yerler değil. Mehmet Abi, Doktor Mehmet Vefik ve ben kapılardan geçiyoruz, labirent gibi geliyorlar bana bu koridorlar. Sahiden pırıl pırıl ve çok sessiz. Nihayet Doktorumuzun odasına geldik. Aklım, babasında...
Odadan içeri girer girmez duvardaki tabloya, siyah beyaz fotoğraflara ve madalyaya takıldı gözüm. E tabii bir de kahve makinasına. Donmuşum dışarda. Hoş beş derken, babasıyla ilgili belgeleri çıkarttı Doktor Mehmet Vefik. O ara uçmuşum ben. Huyum.Önüme biri belge, kitap koymasın.
Belgeler akıl alır gibi değil! Kafayı yedim resmen. Odadan ruhen ayrıldım ve Diyabakır sokaklarında, Çermik’in köylerinde gezinmeye başladım. Yahu bu Selahattin Yazıcıoğlu neymiş? Yuh ki bana nasıl tanımamışım. Kafamı bir kaldırdım ki bana gülüyorlar.

Sonra ben de güldüm...
Haklılar. Uçunca fena uçuyorum. Mehmet Vefik:

- Kahven soğumasın, dedi.
Bir baktım, önüme kahve konmuş. Sonra elinde bir kuruyemiş çıkını:

- Almaz mısın? dedi. Off, arkadaş bir kaju attım ağzıma, nefis bir şey. Avuçlayıp yiyesim geldi ama karizman bozulsun istemedim.
Mehmet Vefik’e başımdan geçen olaydan, Abdo dayıdan bahsettim ama tanımıyormuş.
“Belki bir hastasıdır, o kadar çok vardı ki...” dedi.

Asbest diye bir şey öğrendim. Kanser yapan bir madde. Sanayide kullanılıyor. İşte bu işin dünya çapındaki ismi Selahattin Yazıcıoğlu.
İşte bu fotoğrafta, en sağda oturan kişi #SelahattinYazıcıoğlu. Hemen yanındakiler ise Prof. Dr. #ŞükrüKaymakçalan ile #OktayRifat

Arkasındaki kişi ise canımız, #UğurMumcu.

Asbest denen belanın, kansere neden olduğunu ispat eden doktor Selahattin Yazıcıoğlu. Müthiş bir başarı.
- Yahu böyle bir adam var ve biz tanımıyoruz öyle mi? dedim.

Oğlu Mehmet Vefik:

- Kaç defadır vikipedyaya yazıyorum, kabul etmiyor, dedi.

Mehmet Esen:

- Lobiler var. Türkleri istemiyorlar. Dışlıyorlar. Benim de başıma geldi, dedi.

Şaşırdım.

- Nasıl yani? Ne oldu abi?
- Almanya’da olduğum yıllarda, bir senaryo yazmıştım. Çok iyi bir işti. Fakat gelip benden, Türkleri; ezik, horlanmış, cahil tipler olarak tasvir etmemi istediler. Hep bu fotoğrafı istiyorlar. Bunu yaparsan, baş köşeye oturtuyorlar, yoksa dışlıyorlar. Senaryomu geri aldım.
-Sonra ne oldu abi?
-İşte yapmadım, çalışmadım. Hatta bak, gazetelerde haber oldu. Söyleşi yaptım bu konuyla ilgili.

“2000’li yıllarda herkes Türkleri konuşacak” dedim.

-Londra’da başarılara imza atmış bir sanatçımız da benzer bir tutumdan bahsetmişti, yazık. Biz tanımıyoruz
Diyarbakır’ın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürmeye gelmişler. 1960’lar... Uranyum madenleri bulunuyor, petrol yatakları çıkıyor...

Bizi kendi yarattıkları kavgaların içine atıp, neyimiz var neyimiz yok sömürüyorlar.

Kimse de sahip çıkmamış, koruyup kollamamış.
Babasından sonra, lise yıllarında abisi Rıza Yazıcıoğlu’nu da salgın hastalıktan kaybetmiş #SelahattinYazıcıoğlu. Fakat bu nasıl bir inanmışlık? Nasıl bir idealizm? Tek başına koca bir kenti, Diyarbakır’ı omuzlayıp ayağa kaldırmış. “Yok öyle yılmak, geri adım atmak” demiş.
Asbest denen illet, tüm dünyada kullanılan, büyük bir rant kaynağı. Koca koca şirketler var peşinde. Türkiye’deki bu zehri alıp halkımıza satıyorlar. Dünyaya satıyorlar.

1960’larda, çok uluslu şirketler, kendi adamlarını gönderip bizim patronlara asbest konferansı vermişler.
Turgut Özal da karışıyor işin içine. Bu ham maddenin kansere neden olduğunu bilenler, kullanılmasına karşı çıkıyorlar.

Fakat çılgın paralar dönüyor. Asbestli su borularını yeniden üretime verip halkı zehirliyorlar. Hem de bile isteye. Para için.

#SelahattinYazıcıoğlu uyarıyor!
İnşaat sektöründe kullanılıyor. Halkımıza satılıyor bu asbestli ürünler, evler.

Kanser oranları tavan yapıyor. Hastalıklara teşhis dahi koyulamıyor. Ta ki #SelahattinYazıcıoğlu, asbestin kansere neden olduğunu ispat edene kadar

Fakat binlerce insan ölüyor bu arada.Para uğruna!
Diyarbakır, ateş olmuş yanıyor! Çermik, Bismil, Ergene, Ergani, Silvan ve daha nice il ve ilçede halk kırılıyor hastalıktan.

Her evde en az 2 hasta var. #SelahattinYazıcıoğlu bu durumu bizzat görüyor. Zaten tüm savaşını, tüm mücadelesini bunun üzerine kuruyor. Müthiş bir çaba!
#SelahattinYazıcıoğlu, o günleri şöyle not etmiş defterine:

“Diyarbakır’ın Çermik ilçesi ve çevresinde; Ergani, Çüngüş, Maden, Siverek, genellikle kırsal bölgelerde yaşayan şahıslarda akciğer zarı kireçlenmelerine sık rastlanıyordu..”
“Asırlardan beri devam eden bir durumdu, hastalığın asıl sebebi bilinmiyordu. Bunun etyolojisini tespit etmek için bir araştırma projesi hazırlamış ve işe sahada mikrofilm taramasıyla başlamıştım.”
“Radyolojik araştırma:

Beş ilçede ve köylerinde rastgele yerleşim birimlerinde 22.239 kişinin mikrofilmini çektirdim,hastalıklı 511 vaka tespit ettim.Vakaların coğrafi dağılımını yaptım.Gördüm ki, vakaların en çok bulunduğu yer Çermik’in Yukarı Şeyhler Köyü ve Çermik ilçesiydi.”
“Hiçbir ilâcın tedavi edemediği acayip bir hastalık karşısındayız” haberleri çarşaf çarşaf çıkıyor gazetelerde. Fakat Diyarbakır’ın sesi duyulmuyor. Gerçek bir Diyarbakır aşığı ve halk adamı olan #SelahattinYazıcıoğlu, dağ köylerindeki çamurlara bata çıka araştırma yapıyor.
“Literatür araştırması:

Dünyanın en gelişmiş literatür merkezlerinden akciğer zarı kireçlenmeleri ile ilgili yayınların fotokopilerini getirttim. Geniş zaman ayırarak bunları inceledim. Gördüm ki vakalarımız en çok asbestozise benziyordu.”
“İkinci derecede benzer hastalık Histoplazmozis veya Tüberküloz olabilirdi. İtalya’dan Histoplazmin testi getirterek hastalara uyguladım, hepsinde menfi çıktı. Geniş tüberküloz araştırması yaptım, vakalarımda bunu da göremedim. Sebep olarak elde sadece asbestozis kalıyordu.”
“Sahada asbest araştırması:

Çermik çevresindeki ilçe ve köylere birçok defa giderek #asbest araştırması yaptım. Çalışmamın en çetin yönünü bu teşkil etti. Çermik ve çevresinde ne bir asbest ( Amyant ) işyeri ne de sahada asbest yataklarının bulunduğuna dair kanıt yoktu.”
“Bir çok defalar bu ilçelere ve köylere tekrar tekrar gittim. Yanımda Kimya Mühendisi, Jeolog, Muhtar veya köyün ileri gelenlerini götürdüm, amyant aradım. Bulamayınca bir müddet saha çalışmalarına ara verdim. Yurdumuzda o güne kadar tek bir asbestozis vakası yayınlanmamıştı.”
“Benim elimde ise 511 vaka vardı. Amyantı mutlaka bulmalıydım. Çermik’te yeni bir araştırmaya girdim. Bir tesadüf eseri olarak Çermik’in bazı dükkânlarında topaçlar halinde imal edilmiş bir beyaz toprağın satılmakta olduğunu gördüm. Bu nedir, ne işe yarar, diye sordum.”
“Buna ‘Ak sıva’ denildiğini, kireç gibi bir şey olduğunu, amyant ve asbesti bilmediklerini söyleyerek evlerde sıva ve badana işlerinde kullanıldığını, en çok Çermik’in Yukarı Şeyhler köyünden getirildiğini bildirdiler.

Vakaların çoğunun neden bu köyde olduğu anlaşılmıştı artık.”
Aldığı numuneleri MTA Enstitüsü’ne gönderen Prof. Dr. #SelahattinYazıcıoğlu, ak sıvadaki maddenin amyant olduğu ortaya çıkınca çocuklar gibi sevinmiş!

-Diyarbakır kurtuldu! Türkiye kurtuldu! Dünya kurtuldu! demiş!

Kolay değil, onbinlerce insan ölmüş bu beladan. Büyük emek!
İşte Maden Tetkik Aramadan gelen o belge. Bu tek sayfa kâğıtta, onbinlerce Diyarbakırlı’nın ölümüne neden olan hastalığın ne olduğunun bulunuşu var

#SelahattinYazıcıoğlu’nun, 7 yılı aşkın araştırmalarının sevindirici sonucu var.Hayır hayır mucize değil, tepeden tırnağa emek var!
#SelahattinYazıcıoğlu’nun #Asbest çalışması,dünyanın en saygın tıp dergilerinden Chest sayfalarında okunduğunda,asıl kıyamet kopuyor.

İnanmıyorlar. İnanamıyorlar. Haritada Diyarbakır’a bakıyorlar, yok canım, diyorlar. Hatta bir inceleme heyeti gönderip, yerinde tetkik ediyorlar
Diyarbakır’ın öz evladı #SelahattinYazıcıoğlu’nun keşfi, Titanik araştırmacılarına da kaynak oluyor.

Batık geminin enkazına dalan araştırmacılar, onca yıla rağmen hiç bozulmamış eşyalar buluyorlar. Örneğin bir ayakkabı. Hangi malzemeden yapılmış? Asbest! Dayanıklı bir zehir!
Avrupa ve Amerika, Türkiye’yi asbest çöplüğü yapmak için #SelahattinYazıcıoğlu adını unutturmaya çalışıyor. Çalışmalarını susturuyorlar.

Bu sırada bize tonlarca zehiri gemilerle getirip boşaltıyorlar. Selahattin Yazıcıoğlu bütün bunlara tek başına direniyor. Ülkesini savunuyor.
“Dünyanın kullanmadığı çatı malzemelerini kullanmayın” diyor reklam. Neden? Çünkü asbestli.

#SelahattinYazıcıoğlu, tüm dünyanın dikkatini çektiği için unutturuluyor. Çünkü bu ham madde, milyar dolarlık bir ana-mal!

Pek çok sektörde ucuz ve dayanıklı diye kullanılıyor. Zehir!
Diyarbakır diye bir yer... #AliEmiri, #ZiyaGökalp, #CahitSıtkıTarancı, #SezaiKarakoç, #AhmedArif, #OrhanAsena, #CahitUçuk, #EsmaOcak ve daha nice isim yetiştirmiş burada.

“Çermik Hastalığı” diye bilinen hastalıkla evvelce ilgilenilseydi, belki yetişecek nice aydın ölmeyecekti.
#Diyarbakır’da, yepyeni modern bir şehir gelişmiştir. Diğer taraftan adeta unutulmuş, kendi kaderiyle başbaşa bırakılmış, karanlıklar içinde bocalıyan acınacak bir kitle hâlâ hastasına muska yapıyor. Cehalet ve sefalet içinde hakiki benliğini bulamıyor.”
“Bugün dahi Güneydoğu’nun büyük bir kısmında; okulsuz, yolsuz, işsiz ve yalınayak gezen insan kitleleri çoban hayatı yaşıyor.

Niçin böyleyiz? Acaba tabiatı mı verimsiz? Toprak mı kısır? Fikir insanı mı yetiştiremedik?”
“Hayır arkadaşlarım, Güneydoğu’da sosyal ve ekonomik hayatı ve kültürel kalkınmayı engelleyecek hiçbir tabii hal mevcut değil.
...
Yurdumuzun altı üniversitesinin beşi batıda,henüz gelişmekte olan biri doğuda. Veremli hastaların çoğu doğuda,verem yataklarının hemen %90’ı batıda”
“Her derecedeki okullar, Devlet Tiyatroları, Konservatuvarlar, Fabrikalar, Asfalt yollar ve bütün medeni vasıtalar batıda.

Buna rağmen memleket iktisadi buhran içinde. Yurt ölçüsünde ekonomik kalkınmanın, doğu kalkınmasına bağlı olduğuna inananlara selam”

#SelahattinYazıcıoğlu
“Güneydoğu Türkiye’mizin köylerinin yüzde sekseninde okul yoktur. Bu demektir ki okuma çağındaki çocukların yüzde 80’ni okuma imkânından yoksundur. Yirminci asırın ikinci yarısında yurdumuzun Mardin ili civarında yaşayan mağara adamlarına sorduk:

- Devletten ne istersiniz?”
“Darı ekmeğinden başka yiyecekleri bulunmayan, yalın ayak gezen mağara adamları tek bir şey istediler:

- Okul!

Milli Eğitim Bakanına selam.

Dr. #SelahattinYazıcıoğlu
Yeni Şark Postası
3 Aralık 1962”
Amerika ve Avrupa üniversiteleri ve -bağlı çok uluslu şirketler, #SelahattinYazıcıoğlu’na akıl almaz paralar teklif ediyorlar, muazzam olanaklar sunuyorlar ama o Diyarbakır’ı bırakmıyor.

Bir evi ve taşlık bir tarlası var sadece. Dünya malı umurunda değil

Yurduna adamış kendini
#SelahattinYazıcıoğlu’nun Çermik’te gördüğü gerçekleri, #FikretOtyam da bizzat yerinde görüyor

Selahattin Yazıcıoğlu, sadece #asbest kaynaklı kanserle değil; Eğitimsizlik, kültür sanat eksikliği ve ağalık kanseriyle de mücadele ediyor. Tiyatrolar, senfoni orkestraları getirtiyor
“Biz, kendi memleketimize ve insanlarımıza karşı büyük ihanetler içindeyiz.

İhanetlerimizi kaba kuvvetle ört bas etmek arzusundayız.

Sık sık Türkiyeyi sevdiğimizi söylüyoruz. Aslında sadece kendimizi ve çıkarlarımızı seviyoruz.”

#FikretOtyam
- Dikere bermena?
(Kime ağlıyorsun)

- Ez ni ce de mi candarmi
(Ben bu jandarmaya ağlıyorum)

Jandarmadan dayak yiyenler İnönü'ye şikayette bulundular. Jandarma komutanından tekmeyi yedikçe köylü bağırıyordu:

"Öldür, böyle ya­şamaktansa ölmek iyidir.

#FikretOtyam
“Nihayet kadınlar, kocalarının perişan edildi­ğini görünce oraların geleneği icabı ellerine bir taş alıp bağırlarını döve döve ağıt yakmaya başlamışlar.

Kumandan ise kalın sopalar kestirip köylü
erkeklerini yıkmış yere.

Daha fazlasını seyretmeye
dayanamamış.”

#FikretOtyam...
"Hâlâ köylülere jandarma dayağı, hâlâ kitap yasakları, hâlâ halktan yana olmaya çalışanlara işkence.

Ne geçiyor elimize?
Ne kazanıyoruz bunlardan? İşsizlere iş alanları mı açabiliyoruz, yeryüzü
uygarlığına yeni eserler mi katabiliyoruz?”

#FikretOtyam
“Biz bunları önleyemeyiz, partilerimizin listelerine onlara bu cefayı reva gören ağaların adamlarıyla doldururuz ve sonra da basarız sopayı zavallı bahtsız köylülere

Üstelik de şehirlerde demokrasi,vatan,millet nutukları atarak;halk sevgisini kimseye bırakmayarak”

#FikretOtyam
“Niçin eğilmiyoruz sebepleri üstüne? Onlar da çalışacak bir toprak,
oturacak bir ev isterler.

Ama boyuna kovulurlar topraklarından, boyuna alınır evleri ellerinden; ağalar köylerle birlikte satın alır ve satarlar kendilerini...”

#FikretOtyam
“Köylüden satın aldıklarımızı daha pahalı­ya satmak,onları yılda dört yüz,beş yüz liraya mahkûm etmek ve bütçeden geniş çıkarlar sağlayarak
keyfimize bakmak istiyoruz.Bunu meşru göstermek için de ses çıkaran kim varsa,ceza kanununun maddeleriyle tehditler altında bulunduruyoruz.”
“Şehirlerde bu gerçekleri dile getirmek İsteyen aydınları adım adım kovalarız.Bu konularda yazılmış kitapları toplatmaya kalkarız.

Biz kaç kişiyiz,kimiz ve hangi yetkiye dayanarak yapıyoruz
bunları? Bunu dahi sordurmak istemeyiz kimseye

Çünkü bu soruya verecek cevabımız yoktur”
Dünya Tıp Literatürü’ne giren, Diyarbakır’ın ve bu vatanın öz evladı #SelahattinYazıcıoğlu’nu, dünyanın en saygın tıp otoriteleri ayakta alkışlıyorlar.

Çünkü bu tarz araştırmaları Selahattin Yazıcıoğlu eşek sırtında yaparken, onlar konforlu labaratuvarlarda çalışıyorlar.
Ünlü doktor, Profesör Irving J. Selikoff’un, #SelahattinYazıcıoğlu’na yazdığı satırlar...

Alanlarında uzman; Minerolog, jeolog ve klinik epidemologların Diyarbakır’a gelip, Selahattin Yazıcıoğlu’nun çalıştığı sahada inceleme yapacaklarını söylüyor.

İnanamıyorlar tabi...
Hekim olmakla aydın olmak arasındaki farkı çalışmalarıyla, ürettikleriyle ortaya koyuyor #SelahattinYazıcıoğlu.

Sadece kansere neden olan #Asbest ile değil; köy yollarının yapılmasıyla ve köylünün; suya, elektriğe, okula ve insanca bir yaşama kavuşması için de ter döküyor.
“Bize Bir Şey Olmaz Abi” başlıklı bu yazıyı, 20 küsür yıl önce yazmış
@ZaferArapkirli

Sağlık alanında tedbirler almadan önce önemli sosyolojik ve kültürel sorunları çözmemiz gerektiğini de işaret ediyor. İdarecilerimizi ve toplumumuzu uyarıyor

#SelahattinYazıcıoğlu da uyarmıştı
#Asbest, cikletten su borusuna, çimentodan araba balatalarına, inşaat malzemelerinden ayakkabılara her yerde kullanılıyor.

#SelahattinYazıcıoğlu sayesinde, bu korkunç zehire karşı somut bir veri elde ettik ama ne Yazıcıoğlu’nu yeterince dinledik ne de gereken önlemleri aldık...
Milletimizi, kötü niyetli idarecilerimizi de maşa yapıp kullandılar.

Diyarbakır’ın, Erzurum’un, Denizli’nin, Ardahan’ın, Hatay’ın ve daha pek çok ilimizin insan cevherlerini, ucuz iş gücü olarak yurt dışına ve büyük şehirlere sürdüler.

Bu da depedüz insanı kanser ediyordu!
Ayakkabıları olmayan çocuğa ve ailesine kanseri sabaha kadar anlatsan ne olur ki? Hiçbir şey!

Diyarbakır yoksul muydu? Hayır. Toprağı bereketli, eşsiz madenlere sahip.

Fakat üç beş kişi binmiş halkın sırtına sefa sürüyor. Halk perişansa bu yüzden perişan. Hükümet de göz yumuyor
Kadınların ve kız çocuklarının okumalarına karşı çıkan gerici tarikatlarla da uğraşmak gerekti

#SelahattinYazıcıoğlu, tıpkı #TürkanSaylan’ın cüzzam mikrobuyla uğraştığı gibi uğraştı cehaletle, zorbalıkla ve hastalıkla.

Her şey, bu milletin çocukları içindi. Ömürlerini adadılar
"Şehri îmar ederken nesli ihyâ etmeyi ihmal ederseniz, ihmal ettiğiniz nesil îmar ettiğiniz şehri tahrip eder."
demişti ünlü mimarımız
#TurgutCansever.

Çermik halkı, badana için kullanıyordu asbestli maddeyi. Fakat İstanbul’da ve Ankara’da da durum farklı değildi.
Yani mesele “Doğunun az gelişmişliği” şeklinde klişe bir anlayışla ifade edilemezdi. Zira, yurdun her yanında bir Çermik vardı, bir Diyarbakır vardı.

Bu, coğrafi bir şansızlık değil, yurt çapında halka yapılan bir kötülüktü.

#SelahattinYazıcıoğlu da bunu gördü, direndi.
New York’tan gelen bir Amerikalı profesör, Selahattin Yazıcıoğlu’na:

- Amerika’ya gelseniz, şimdi yatınızda puronuzu tüttürüyor olurdunuz, diyor.

Gülüyor #SelahattinYazıcıoğlu ve köylüleri gösteriyor:

- Benim bütün servetim onlar, istesem de gidemem, borçluyum onlara diyor.
#SelahattinYazıcıoğlu’nun adını ve çalışmalarını görmezden geldiler.

Toplamda yaklaşık 100 bine yakın kişi üzerinde bizzat test yapan, #Asbest bulgularını ve kansere etkisini araştıran ve ispatlayan bu büyük bilgini unutturdular. Para için, rant için...

2010 yılına kadar sürdü
Dünya Sağlık Örgütünün de “Kanserojen Madde” listesine giren #Asbest’in,2010 yılında kullanımı ve ticareti yasaklandı ama 2010-2020 yılı arasında da sadece resmi rakamlara göre “130 Bin Ton” asbest ithal etti Türkiye

Dünyanın zehir çöplüğü olduk. Üstelik bu zehri bize satıyorlar
#SelahattinYazıcıoğlu’nun, 50 yıl önce, Diyarbakır’ı ve tüm dünyayı zehirlediğini ispat ettiği #Asbest, tüm uyarılara rağmen sayısız sektörde ana-mal olarak kullanılmaya devam etti.

İçtiğimiz suya, soluduğumuz havaya karıştı asbest. Milyonlarca kişi akciğer rahatsızlığından öldü
Abdo amcanın ne demek istediğini daha iyi anlamıştım.

“Ah! Selahattin olsa, bulurdu bir çaresini” demişti.

Türkiye’nin Selahattin’leri var ama görüldüğü gibi dinleyen yok. Vizyon sahibi, kendi insanına sahip çıkan idarecileri yok. Kızdım, köpürdüm kendi kendime. Büyük ayıp bu!
Oğlu Dr. Mehmet Vefik Yazıcıoğlu’na:

- Abi, babanı şu an tanıdığım için kendimden utandım, dedim.

Elim yüzüm telaş içindeydi, türlü duygular içindeydim. Nasıl utanılası bir durumdur bu.

“Ben” dedi Mehmet Vefik,

- Kaç defa Vikipedia’ya yazmaya çalıştım sildiler adını, dedi
- Abi sen bana buradaki belgeleri versen yeter, ben gece gündüz çalışır hatmederim bu #asbest nanesini de yapılan kötülükleri de.

Diyarbakır’ın ve Türkiye’nin böyle bir evladı var ve halkımız tanımayacak, gerçekleri bilmeyecek öyle mi? Neden? Diyarbakır’lı diye. Olmaz öyle iş!
Baktım, Mehmet Esen de bana gülüyor:

- Dedim sana değil mi, tam senlik bir konu bu, diye. Yine daldın gittin sayfalar arasında.

- Abi deli oldum, böyle bir şey olabilir mi! Adam tek başına bin tane kötülükle çarpışıp binlerce can kurtarıyor, biz tanımıyoruz, tanıtmıyoruz.
Genelde böyle araştırmalar yaparken,aileler kırk tane sorun çıkarır, kapris yapar, çalıştırmazlar insanı.Fakat Selahattin Yazıcıoğlu’nun oğlu Memet Vefik öyle değil. Basbasaya mahalleden bir arkadaşımmış gibi candan bir dost adeta.Gözünü sevdiğimin Diyarbakırlısı, başıma iş açtın
#SelahattinYazıcıoğlu’na, 1980 yılında Sedat Simavi ödülünü veren jüride, Türkiye’nin büyük ve halkçı hekimleri var. Onlardan biri de tıpkı Selahattin Yazıcıoğlu gibi para için değil, toplum sağlığı için hekimlik yapan, bunun büyük mücadelesini veren Prof. Dr. #TürkânAkyol...
Ödül töreninin olduğu gün, #UğurMumcu ve #OktayRifat’la sohbet ediyor #SelahattinYazıcıoğlu.

Diyarbakır’ı ve çevre illerdeki vaziyeti, #Asbestin yaydığı zehirin, unutulmuşluğun, koca bir coğrafyanın yok sayılışının memlekete nelere mal olduğunu ilk ağızdan tekrar anlatıyor...
Sedat Simavi ödülleri edebiyat jürisi içinde olanlardan biri de #CemalSüreya. O da #SelahattinYazıcıoğlu gibi halkın gerçeklerini yakından görmüş bir aydınımız.

Ünlü Afyon Garındaki şiiri, Amerika’nın, Menderes elliyle halkımıza sattığı zehirli süt tozlarını anlatır.

...

Varto depremini düşün , yardım olarak Batı'dan
Gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sütyeni.

Adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti,
Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sütyeni,
Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın.. “

#CemalSüreya
#SelahattinYazıcıoğlu’nun çalışmaları hakkında; İngilizce, Fransızca, Almanca, Çince ve Japonca dahil olmak üzere pek çok makale yayınlanıyor.

Dünyanın pek çok yerinden doktorlar, Diyarbakır’a, Çermik’e, çevre il ve ilçelere araştırma yapmaya geliyorlar.

Konu o kadar mühim...
“Medeniyet ve kültürde ileri batı devletleri, halk eğitimini, tiyatrolar yardımıyla gerçekleştiriyor. Oralarda tiyatroya yol kadar önem veriliyor.

Kültürde geri kalmış milletlerin halk eğitim işini yalnız tiyatrolar vasıtasıyla başarmak mümkün değildir.”

#SelahattinYazıcıoğlu
“Önce tiyatrodan faydalanacak vasatın hazırlanması lazımdır. Şehirlerde okur-yazar ve oldukça kültürlü vatandaşlara tiyatrolar hitap ederken, geri kalmış halk tabakalarına ve köylülere medeniyeti götürecek başka müeseseler kurulmalıdır.”

#SelahattinYazıcıoğlu
“Diyarbakır ve Çevresinde muhtarlık merkezi olan köylerin %70’inde okul yoktur.Bu gidişle nasıl tahakkuk eder davamız?

Orta öğretim de aynı şekildedir. Bizim havalide bir veya iki öğretmenle idare eden orta okullar vardır.Güneydoğu’nun merkezi bir yerindeki bu durum çok acıdır”
“Ölümsüz Malzeme” olarak satılan #asbest’li su boruları, binlerce kişinin ölümüne neden oldu.

Ucuz bir ham-madde bu ve sahiden çok dayanıklı. Çeliğin direncinden bile güçlü bir direnci var.

Titaniğin enkazındaki eskimemiş ayakkabılar da asbestli oldukları için çürümemişler.
You can follow @TekinDeniz_.
Tip: mention @twtextapp on a Twitter thread with the keyword “unroll” to get a link to it.

Latest Threads Unrolled: